8-Dogmatizm vs Kavrayış


Yayımlandığı Tarih: 10 Haziran 2009 Çarşamba; 
Yayımlandığı Yer: İL GAZETESİ; 
Yayımlandığı Sayfa: 6



Dogmatizm vs Kavrayış

 

Sevgili dostlar, sahip olduğumuz manevi değerleri dogmatizm tabanına oturtmaktansa, kavrayış ile temellendirmek bence daha doğru olur. Bunun şüphesiz manevi artıları olacağı gibi sosyal ve psikolojik getirileri de yadsınamayacak kadar büyüktür. Sorgulama ve anlama sadece inan diyen “dogmatizm”, bireyleri çoğu zaman içerisinden çıkılmaz çelişkilere sevk etmekte, akıl ile kalbi karşı karşıya getirmekte ve bu da hem psikolojik olarak bireyi hem de sosyal ilişkileri yıpratmakta hatta bir takım yanlış yollara girmeye sebep olmaktadır. Oysaki sorgular, anlar ve sonra inanırım diyen “kavrayış” bütün bu sıkıntıları bertaraf edebilmektedir.

Dikkat ederseniz başka bir inanç sistemine mensupken, daha sonra İslam inanç sistemini tercih eden, İslama iman eden insanlar, genel olarak bizim toplumuzdan inanç meselesiyle alakalı olarak hem daha bilgili hem de bu inanca daha bağlıdırlar. Bunun sebebi, araştırarak, dinleyerek, anlayarak inançlarının temeline kavrayışı oturtmalarıdır.

Esas itibarıyla inancımıza göre bütün semavi dinler aynı kaynaktan çıkmışlardır. Bu sonucu “Andolsun ki Musa’ya o Kitabı verdik, arkasından birtakım peygamberlele de takip ettik. Hele Meryem’in oğlu İsa’ya açık deliller verdik...”* diyen ayetin açık ifadesinden çıkarmak mümkündür. Bu gün bunlardan İslam haricindekilerin çeşitli süreçlerde tahrip edildikleri hem genel bir tarihsel bilgi hem de inancımıza göre sabittir. Burada önemli olan ise, aynı kaynaktan çıkan ve insanlığa gönderilen, bu feyiz kaynakları hakkında genel bir takım sonuçlar elde edilebileceğidir. Bana göre bildiğimiz hiçbir semavi din tam anlamıyla dogmatizm zeminine oturtulmamıştır. Bu dogmatizm, belki dinlerin tevhid yani, Rab ile ilgili bölümlerinde varolsa bile, bunun dışındaki bölümlerde kavrayış daima ön plandadır. Yani dinle, düşün, anla... Bu açılardan olmak üzere bence kavrayış meselesinin en çok mana ifade ettiği yer aslında ilahi kaynağın okunmasında ortaya çıkar. Çünkü fiziken, bütün asırlara vahyi mümün kılan kaynak, ilahi metindir.

Bir şeye inanmak, inandığın şeyi ilke kabul etmektir. Bir şeyi ilke kabul etmek, hayatını ilke kabul ettiğin şeye göre devam ettirmektir. İnanç ilke kabul edildiği, ilke yaşama yansıtıldığı müddetçe bir mana ifade eder. Ancak kişi belki bütün bunlardan da önce neye inandığını bilmelidir. Bunun içinde bir rehbere gereksinme duyar.

İçerikleri değişebilir ancak mantık hep aynıdır. İnanç, İlke, Rehber... Bizim inancımız  İslam. Kabul ettiğimiz ilke Müslümanlık. Rehberimiz ise Kuran.  Kuranı bilmeyen, anlamayan kimse eksik bir bir müslümandır. Burada kimsenin kalbini sorgulamak değil tabi görevimiz ancak, bir din üzerine olmak demek, o dini bilmek demekse ve o din kutsal kitabında anlatılıyorsa, bu kitabı bilmeyenin dini bilgisi şüphelidir. Yani İslam açısından bakarsak, bu insan inanç aşamasında kalmış ama, bu inancını ilke olarak belirleyememiştir. Bunun sebebi ise hayatını İslama göre nasıl idame ettireceğini bilmemesidir.

Kanaatimce kuran önce kişinin konuştuğu dile göre, önce anadiline çevirisinden okunmalıdır. Çünkü buyuruluyor ki, “Sizin en hayırlınız, Kuranı (hakikatleri ve incelikleriyle) öğrenip sonrada bunu başkalarına öğretenlerdir”**. Burada ki öğrenmek ve öğretmekten kasıt, bence, kuranın muhtevasıdır. İçeriği, ne söylediğidir. Tavsiye edilen, kuranın özünün öğrenilip, öğretilmesidir. Yoksa Arapça aslının değil. Kuranı Arapça aslından okumak bambaşka bir meziyettir. Zira kuran bizatihi ilahi kelam olarak Arapçaya indiği için, o dilde yakalanan akıcılığı ve kutsallığı başka bir dilde yakalamanın mümkünatı yoktur. Çünkü bir kutsal metin olarak kuran, yazarlığını edebiyatı yaratan Rabbin yaptığı bir kitaptır. Hal böyle olunca inasanın basit ve verilmiş edebiyat yeteneğiyle, bu yeteneği yaratanın seviyesiyesine ulaşması, onun indirdiğini, onun gibi kaleme alarak herhangi bir şekilde aktarması söz konusu bile değildir. Ancak “Allah sizin suret, şekil ve dış görünüşünüze değil;  kalplerinize ve kalbî temayüllerinize bakar.”*** hadisinde de ifade edildiği gibi müslümanın görevi şekilden çok daha ötededir, özdedir. Bu görev ise kuranı herkese tebliğ etmektir. Bunu yapabilmek için ise önce onu anlamak şarttır.

Öte yandan, Arapça aslından kuran okuyabilmek içinse hiç olmazsa biraz Arapçaya vakıf olunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü kuran okunurken ses tonu  veya vurgu çok önemlidir. Örneğin, kişi cehennemden bahseden ayetleri okuyor ama anlamadığı için, sanki cennetten bahsedercesine coşkulu okuyor, veyahut cennetten bahseden ayetleri okuyor ama yine anlamadığı için, sanki cehennemden bahsedermiş gibi kısık ve düşük bir sesle okuyor. Oysa kuranın mucizelerinden birtanesi de asonans ve aliterasyonlardır. Yani bu yazılı metindeki ünlü ve ünsüz harflerin ses uyumlarıdır. Birçok ayetin okunuşundaki ses kombinasyonları, ayetin içeriği ile doğrudan ilgilidir.

Lafı uzattığımın farkındayım ama bir mevzuyu daha vurgulamak istiyorum. Şimdi diyorlar ki, alimler var, onlar Arapça aslından okuyup anlıyorlar ve anlatıyorlar. Dolayısıyla ekstra sizin Türkçe okumanıza gerek yoktur ve hatta Türkçe okumanın günah olduğunu söyleyenleri bile duydum. Birtakım, batıni ve ezoterik felsefe inanıcılarının bunları söylemesi doğaldır aslında. Çünkü kendileri seçilmişlerin ve belli kimselerin vakıf olduğu gizli bilginin varlığına inanırlar. Sokaktaki bir insanın kuranı okuduğunda zaten anlayamayacağını savunurlar. Bunun için nice açıklamalar, kurandan başka kuranlar yazmışlardır. Doğrusu pek çok yerinde her türlü aracılığı reddeden bir kutsal kitabın, en öz yani dini anlama noktasında aracılığı şart koşmuş olması ne derece mantıklı sizin takdirinize bırakıyorum.

Bunlar bana Avrupanın ortaçağını hatırlatıyor. Biliyorsunuz o zamanlarda da halkın İncili okumasını istemiyorlardı papazlar. Hatta yüzyıllar boyu İncilin farklı dillere, halkın konuştuğu dile tercümesi yasaklanmış ve bunları bulunduranlar engizisyonlarda idam edilmişlerdir. Çünkü, halk İncilde ne yazıldığını bilmezse, papazın sözlerini doğru kabul etmekten başka çaresi kalmayacaktır. İşte yukarıda söylediğimiz o tahrip meselesinin sebepleriden birisi de budur. İşte halk İncili kendi dilinden okumadığı için, yüzlerce yıl, papazlar, İncil adına cennetten arsa sattılar, kiliselere yüklü miktalarda para topladılar, belli çıkarlarına hizmet etmeyenleri afaroz ettiler. Şimdi de bu okumayın, öğrenmeyin, biz size anlatırız laflarını duydukça ve bunların icraatlarını gördükçe, kuran yerine okutulan kitapları, kuran okutulmayan insanlara, kuranı anlatmak için yapılan sohbetleri(!) vs. gördükçe, acaba diyorum birileri bizi ortaçağa mı götürmek istiyor? Hem de din adına...

Sonuçta kuranı hepimizin “anlayarak” Arapça aslından okuyabilmesinin nasip olmasını niyaz ederim, şüphesiz en hayırlısı odur. Ancak esas olan onu öğrenmekse, önce anladığımız dilde tercümesini okumalıyız.

* Bakara Suresi, 87. Ayet.

** Osman İbn Affan radıyallahu anh demiştirki: Resulullah sallahu aleyhi e sellem şöyle buyurdu: ....   (Buhari, Fedâilû’l-Kuran 21- İmam Nevevi Muhtasar Riyâzu’s Salihin, -485) 

*** Ebû Hureyre Abdurahman İbn sahr radıyallahu anh demiştir ki: Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ..... (Müslim, Birr 33- İmam Nevevi Muhtasar Riyâzu’s Salihin, 6)

 

Anıl BEŞİR //  Kırıkkale Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrencisi

E posta: anilbesir@gmail.com
 


Sitemizin tasarımını nasıl buldunuz?
Çok güzel...
Güzel...
Daha iyi olabilirdi...
Tasarım içerikle uyum halinde değil...

(Sonucu göster)


 
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol